16 Kasım 2007 Cuma

İLLÜZYON VE SIR

Aranılan SIR nedir? Nedir akıllarımıza durgunluk veren, tıkanıp kaldığımız nokta? Tüm insanlığın aradığı o mutlak TEK gerçeklik nedir? Ne başına, ne de sonuna bir sınır getirilemeyen, mekansız, ne zaman ne de başka hiç bir kavramla ölçülemeyen , ne içi ne dışı ne de merkezi olan hakkında ne söylenebilir...? Duyu araçlarıyla algılamanın yetersiz kaldığı 'ONUN ZATINI ANLAYAMADIĞINI ANLAMAK, ANLAMAKTIR' denildiği o mutlak TEK. İşte sırrın çözümü de kendi içinde değil mi?

Her an onu tanımlamanın peşindeyiz. Her an belirli kalıplar içinde düşünmeye zorluyoruz kendimizi. Belki de haklıyız. O’nu tanımak hakkını eda edebilmek ve şükretmek için. Daha Kur’an’ın ilk ayetlerinde yüzümüze vurularak gerçek hamd ve şükrün sadece O’na mahsusu olduğu hatırlatılır.

Sıcağı, soğukla, iyiyi kötüyle kıyaslayarak algılayan bizler aynı yöntemle O’nu anlamaya çalışırız. Kimi zaman ona kızar, kimi zaman isyan ederiz kendi doğrularımızla ve kendi gerçekliğimizle. Bir başkası ise kendi doğrularıyla kendi özündeki, kendisine verilmiş vasıflar doğrultusunda O’nu sezer ve öyle bilir. Ne demişler herkes kendi gibi bilir karşısındakini diye. Ama işte bu ifadeler hep insanca düşünen bizler için geçerli. Çünkü çokluk ve zıtlıkların olduğu durumda iki şeyi birbirine kıyaslayarak sonuçlara ulaşıyor insanlık.

Diğer yandan çiftlerin biri asıl, diğeri hayal. Aynen bizler gibi. Sadece musavvirenin, yaratma gücünün, hayalin ürünleriyiz kendi içlerinde gerçekliğini yaşayan.
Varlık ile yokluk arasındaki ince çizgi gibi (O da yok aslında) hayaldekini gerçek sanıp, gözümüzün algılamadığı mutlak gerçekliği yok sayma gafletinden hiç kurtulamayacak mıyız acaba? Ölüm anında açığa çıkan, ancak dünyalar verilse de dönüşü olmayan başlangıçtaki eyvahları duymak için illa da ölümü o anda mı tatmak gerekecek? Yazık değil mi bizlere? Neden her an yeni bir oluşta ve şanda olduğunu farkedemiyoruz? Ya da hala kafamızın zebanilerce koca koca güllelerle ezilmesini ni beklemedeyiz?

Evet hep hayallerin peşindeyiz. Hayallerimizdeki başrol oyuncusu olarak icra ettiğimiz rolümüzü oynuyoruz. Çoğu kere yıldızların kaderimizi çalmasına seyirci kalıyor, kimi zaman da şironun himmetine yüz sürüyoruz. Neyse makro boyuttan ışın hızıyla mikro boyuta geçelim ve kuantsal yapıyla evrene ve dünyamıza gözatalım diyoruz. Sahi kuant boyutunu algılayacak bir görme yeteneğine sahip olsaydık ne olurdu hiç düşündünüz mü? Duygularımız , kabullerimiz, olaylara bakış açımız ve değerlendirmelerimiz nasıl olurdu?

Atomsal boyutta farkederdik ki hiç bir şey diğerinden farklı değil. Her bir nesne atomsal yapı itibariyle paralellik arzetmekte ve kendi programları doğrultusunda fiiller ortaya koymakta. Herbiri kendi özelliklerini icra etmekte ve hepsi de kendi yörüngesinde ve istikametinde hareket etmekte, yüzmekte.

Gerek kuantsal yapıda gerekse uzay gözlüklerimizle gördüğümüz sistemlerde , galaksilerde ve tüm uzayda aykırı gibi görünen tüm fonksiyonlar birbirlerine eşlik etmekte, Yüce Kudretin kadrini ve lütfunu bizlere bildirmektedir. Çoğu kere bizlere kusur, kötü, çirkin olarak görünen konular bile gerçekte, yerli yerince ve mükemmel. Kusur bizlerin bakış açısında ve değerlendirmelerinde. Makro alemdem mikro aleme kusursuz ve inceden inceye hesaplı bir sistem var. Her şey bir kural ve kanun içerisinde hükmünü yerine getiriyor. Diğer bir ifadeyle, kaos içinde düzen hakim.

Var olan, neye göre var, yok olan ise neye göre yokluk hükmünde?
Herşeyden önce var zannıyla algıladığımız ve sonsuza dek yok olmayacağını düşündüğümüz şeylerden bilincimizi nasıl arındırır ve temizleniriz? Bilinci kirletenler neler? İşte sırrın ufak bir parçası burada, çünkü sorun hayalde kalan kısmın asıl olarak algılanarak bilincin bu doğrultuda nefs tarafından programlanması. Şu işe girip şu kadar kazanç sağlarsam hayatım kurtulur diyerek, ölüm sonrası yok sayılan ve acımasızca ve BİLİNÇSİZCE boşa harcanan hayatlar. Bir satın alana ikincisinin bedava verildiği gibi, hediyenin bu dünyada kabul edilip, diğerinin bedavaya getirilmeye çalışıldığı yaşamlar.

İşte göreli olanın mutlak olandan bihaber oluşunun sonuçları bunlar. İkilik olmalı ki sistem, kanunları içinde yürüsün. Yoksa ne anlamı kalırdı kendine iştiyakı ile seyretmesi kendini, kendinden kendine……. İşte bu aşktır seyredeni seyredende bitiren, işte bu aşktır ikilikleri bitiren. Öyle bir noktaya varılır ki ortada ne ikilik kalır, ne sen ne ben, sadece O. Hatta ve hatta varlık ve yokluk kavramları bile anlamını yitirir. Ne göz kalır bakacak, ne kulak kalır duyacak. Hiç bir boyut ifade edemez onu. Ne zahirde ne batında. Ne görünen de ne de görünmeyen de. Çünkü hepsi hem O, hem de O değil..

Fizikte, Schöredinger’in meşhur Kedi Deneyi vardır. Kedi hem ölüdür hem de diri. Ama insan algılayamaz aynı anda hem diriliğini kedinin hem de ölü oluşunu. Çünkü insan madalyon misali bakar da her defasında görür bir yüzünü. İşte diğer bir sır da bu olsa gerek. Sadece şeffaf madolyonu olanlar hariç. Onlar görebilir hem arkasını hem önünü. İşin iç yüzü onlara ayan beyan olur. Ölüdürler onlar gerçekte. Çünkü daha yaşarken ölümü tatmışlar, ölmeden önce ölmüşlerdir, hani görürcesini madalyonun öte yüzünü.

Herşey zıddıyla tanımlanır derken bile nasıl da yuvarlanmaktayız ikiliklere. Işık yoksa karanlık var diyoruz. Aynalar, gölgeler tasavvufi literatürde sıkça geçmektedir. Kalbini temiz tutan hak kazanmıştır Hak’kın suretini yansıtmaya dış aleme. Kötülükler, fenalıklar karartırken gönül denen o makamı, göstermez olur Hak, hakkıyla o fanide suretini. Aracı olan bilir onu, damarlarında hisseder varlığını. O anda yoktur fani, fena bulmuştur O’nda. İşte ikiliği kabullenemeyiş de burada zuhur eder ayan beyan, tıpkı sadece kalan TEK O gibi…
Aynadaki akis varlık varsa tanımlanır, ama aslı olmayan bir görüntü VAR mı? Yaşamdaki illüzyonlarla uğraşırken, asıla rücu etmemeyi tercih ediyoruz maalesef. Sonsuz yansımalarla örülü bu yoğun dalga trafiğinde orijin nasıl saptanabilir ki. Her bir nihayet, diğer bir bitimin başlangıcı değil mi? Bir hayır kapısı açan, her o kapıdan geçen gibi hayır kabul ediliyor ve başlıyor sistem o güzelim ağlarını dantela gibi işlemeye. Ya da açılan her bir günah kapısı halat halat örülüyor zalimin boynuna, zulmedenlerin her bir geçişinde o kapıdan.. Bu bir dinamik sistem. Her an yenilenen, yaratıcının şanına şan, lütfuna lütuf katan.

Kuantum teorisi bize parçadan bütüne gitmeyi, parçadaki özelliklerin bütünün bilgisinde de aynen yer aldığını gösterdi. Sır bütünde gizliyse eğer parçalardan bütüne gitmek anlam taşır gibi göründü. Din ise bütünü idrak etmeye götürdü bizi. Ama tasavvuf ehli işi şu güzel ifadeyle bitirdi. Kendini bilen Rabbini bilir dedi ve iş bitti özünde. Farklılıkları yok etti, birliğe vardı. Sen ben yok dedi, müslüman iki elden biridir, diğer el mümin kardeşinin dedi. İşte bu kadar yakın herkes özde bir elin iki parmağı, bir insanın iki eli arasındaki fark neyse sizlerde BİRbirinizle kardeşsiniz, muhtaçsınız BİRbirinize, BİRsiniz, elele verin dedi. Biz ise kulaklarımıza mantar tıpaları tıkadık, sanki mahşeri kutlamayı bekleyen ve zamanı gelince patlayacak şampanyalar misali..

Evet, bilim akla, din kalbe hitap ediyor dediler. Ama yanlış, Kuran-ı Azimüşşan değilmi sürekli akletmeyecekmisiniz diye defalarca uyararak aklın önemini ortaya koyan, alimin mürekkebini tartıya koymaktan çekinmeyen ifadelere açık..

Evet evet bu da madalyonlardan bir başka madalyon, bir yüzünde akıl, bir yüzünde kalp ve gönül. Ama sevgisiz ne aklın ne de kalbin bir önemi var. İlmiyle amelde bile sevgi yoksa dal budak saran meyvesiz bir ağaçtan ne farkı kalabilirki bunun. Evet tekin sevgisi dolmadıkça gönülde bu sarayda ne şah barınır, ne padişah. Tek amaç mutlak tekin ikametgahı olabilmek. Başka bir hedef ya da amaç yok. Zaten bunu başaran hepsini başarmış demektir. Sırrın da sırrına ermiş demektir. Özgürlüğe erebilmektir sır. Çabanın olmadığı bir haldir bu. Sadece misafiri ağırlamayı bilmek, huzurda ev sahipliğinden feragat ederek, gönlü asıl sahibine teslim edebilmektir asıl mesele. Gerisi EVVEL ALLAH.

Yalkın Tuncay